Acı Lazım Azizim, Muhtacız, Onunla İdare Ediyorduk.
- Sunay Demircan
- 12 dakika önce
- 5 dakikada okunur

İsa, 2000 yıldır taşınan varlığını biraz da kurgudaki acı dolu drama borçlu değil mi?
Evlenip 3-5 çocuğu, bahçesinde ebruli hanımelleri açan bir küçük evi, Romalılar ve Yahudilerin de katıldığı karma bir cemaati, dertsiz-tasasız bir hayatı olaydı...
O ve taşıdığı bilgi bugüne gelir miydi?
Çok zor.
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Prometheus var, Kerbela var, Odin var, İnanna var, Orpheus var…
Mitosumuzun harcı acı.
Acı hikayenin taşıdığı yükü kalıcılaştırıyor.
Yükle de bak neşeye, sevince kaç dakika yaşıyor o bilgi?
Hoooop….! İki güne eriyip, gider.
"Haydi bir gülüver" deseler, kaç dakika gülebilirsin ki?
Yahu, kaç bin yıldır ağlıyor insanlar aynı olaya, var mı ötesi?
Cahilliğimizi gizleyip, uzman edasıyla laklak alemine dalalım.
Efendim olay şöyle ilerliyor: Acının sebebi olan yara (olay/kurgu) önce dram dokusuyla dilde var ediliyor.
Sonra, karşıdaki muhatap, acı dolu dramın içine bir vaad ile davet ediliyor.
Sonra, kurgulanmış olay bir dizi ritüele kavuşup, (yas, anmalar, semboller, vb ile), acı aracı ile yaşatılıyor. Bu sırada hikaye, ritüel ve sembolleştirilen dil sayesinde acının önüne geçiyor, acının iteklemesiyle de derinleşiyor.
Bu süreç içinde acı adeta bedenleniyor.
Hikâyenin içinde acı olmasa ne olurdu?
Anlatılan şey bir ahlak nasihati olarak kalır ve erirdi zaman içinde.
Oysa, acı o aktarılacak bilginin kanıtı oluyor ve kuşaktan kuşağa yaşamasını sağlıyor.
İşlev kazanıyor, daha ne olsun!
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Kahramanın Acı Çekiyor Sen de Çek
Kahraman, muhatabı olan kitleye seslenir, “Heeey! Acıma duyarsız kalma”
“Ne yapalım?”
“Sen de çek!”
“Acıyı mı?”
“Sadece acıyı değil, beraberindeki anlamı da”
“Neden?”
“Fazla uzatma, bu anlatılan hikâye senin hayatınla ilgili, acıyı çekmezsen unutup gidersin, kendine hayrın dokunsun, yürü”.
Yürü de nereye?
Yas çadırına.
Çeşit çeşit ritüeller ve semboller kullanılır acıyı ve hikayesini canlı tutmak için.
İşin sırrı şurada: acı yok edilmez, dönüştürür.
‘-dü’
Bu ‘-dü’ neyin nesi?
Eskiden öyleydi, yani insansı varlıklardık bir zamanlar, acı ile terbiye edilirdik.
Günümüzde her şey tepetaklak oldu, durum değişti.
Üç satır sonra meseleye geleceğiz efendim.
Konuşacağız, insansıdan maymunsuya nasıl düştük?
Şurası Önemli
Acıyla dolu mitlerin hiçbiri demez ki “Arkadaş her acı iyidir, bul buluştur, sen de çek”
Anlayacağın, anlamsız acıya biz de karşıyız, mit de karşı.
İhtiyacın kadar, anlamlı / anlamlandırılmış acı, yemeklerden sonra bir kaşık.
Abartma!
Onu anladık, anlamlandırılmış acı ile neyi arıyoruz?
Bilgi mi?
Bilgi peşinde değiliz, öyle gibi gösteriyoruz ama, her zamanki gibi yalan söylüyoruz.
(Riya)
Aradığımız, o kaybettiğimiz masumiyetimiz.
Bunun için midir bunca vahşet, bunca kötülük?
Evet, tam da bunun için, garip ama paradoksta kendini var eden bir garip mahlukuz.
Bilginin bozduğu saflığın yerine geçebilecek, ikame unsur, bir ikinci saflık/masumiyet arıyoruz.
İkinci saflık mı?
Evet, Âdem, o ilk masumiyetin kaybolduğu muhteşem efsane.
Kaçırdığımız tren, yedik o naneyi, düştük bu zaman-mekân çıkmazına.
Şimdi, yeni treni bekliyor ruhumuz.
O peşinde koştuğumuz bilginin içinden geçerek, hatta bilgi aracılığı ile yeniden kurulacak bir masumiyet haline yol almak için.
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Efsanedeki o ilk masumiyet (saflık) doğal / bilmeden olandı.
Yeni trenle gitmeyi hayal ettiğimiz ikincisine iyi kalabilme haliyle ulaşabileceğimizi sanıyoruz.
İkisi arasında varoluşsal bir uçurum var, görüyor musun?
Aman, görmeden ilerleme, acayip bir uçurum.
Bilmiyoruz yeni tren bizi oraya götürür mü?
O projenin çizildiği kağıt yanıp, kül oldu mu?
Hoş, gitmek istediğimizden de emin değiliz.
Parçalanmış, gücün, çıkarın, şiddetin, hırsın hâkim olduğu bir dünyaya bağlandık, kopamıyoruz.
Birincideki kendiliğindenliği kaçırınca tren, ikincide bir ‘seçim’ için zorluyoruz şu şaşkın benliği.
Umurunda da değil gibi.
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Mitlere, efsanelere baksana, kahraman sürekli eve dönmek isterdi, lakin dönülen ev hiç bir zaman o çıkılmış ev değildi, dönen de yola çıkan değildi.
Şimdi, kim yola çıkacak da kim eve dönmek isteyecek de, kim “Ben benden içeridekine bir bakayım” diyecek de…?
Selfie baby!
Görünme biçiminde var oluyoruz.
Bir minik geri dönüş yapalım mı?
Buyur sana çarmıh.
Yaşattığı acı ile masumiyeti kırıyordu.
‘Kırıyor’ derken?
Başta dedik ya, şu Dünya güllük gülistanlık olsa, hazretin bahçesinde ebruli hanımelleri açan evi olsa… işte çarmıh bu romantik, bu safiyane beklentiyi kırıp, parçalıyordu, “De git işine, burası öyle bir yer değil” diyordu.
Gücün, düzenin, kalabalığın masuma ne yaptığını vitrinde teşhir ediyordu çarmıh ve yaşanan olayı.
Evet, çarmıh birinci görevini tamamladıktan sonra (masumiyeti kırarak), sonra ikinci görev başlardı, yeniden bir masumiyet inşası.
Ama bu yeni kurulacak olan ilk olan değildir.
Ve o dramın acısı ile devam ederdi
Sadece İsa ve çarmıh mı?
Değil elbet, varoluşun tüm mitosları bu minvalde.
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Çarmıh vs Prometheus
Mesela.
İlk bakışta ne alaka, oysa heyecan verici bir bağlantı yakalayabiliriz burada.
Bak, mesela ikisinde de acıya bağlanmış bir bilgi hikayesi var ama hedef farklı.
Prometheus’da Baba’ya isyan var, ateşi çalar, bedeli öder.
Çarmıh daha farklı, isyan yok (Baba’ya isyan Batı’lı dramın parçası).
Burada bir biçimde cellatın (toplum / hepimiz) masum olan kurbana uyguladığı şiddet ve cellata tutulan ayna var.
“Bu haltı birlikte yedik!”
Ama ikisinde ortak ‘öz’ şu: Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Acı bilgiyi kalıcı kılan (araç) çimento, tarih boyunca hikayeyi ayakta /bütünlük halinde tutar, zamanın deliklerinden düşüp kaybolmasını engeller.
Şu varoluş havuzumuzun marifet ehli, mitleri ilmek ilmek dokurken bilir ki haz, neşe, sevinç unutulur, güç el değiştirir ama acı durumu mühürler, taşınan anlamın kaybolmasına fırsat vermez. Dolayısı ile İsa ve Prometheus anlatılarında, acı bilgiyi bedenden ayırmadan, takip edilecek bir ize dönüştürür.
Gelelim Günümüze
Demiştim değil mi?
Acı ve beraberinde gelen yasın (ve sair ritüeller) işlevlerinden biri “Dünya hâlâ yaşanabilir bir yerdir” hissini yeniden kurmak idi.
Çaba azizim çaba…!
Acıdan çıkma çabası, trene binip o yeni saflık durağına ulaşma çabası, peşinden gelen umut.
Önemli, çok önemli.
Yas tutulmadığında, ölüm bir kayıp oluyor.
Hani, ilan veriliyor ya ardından “Acı kaybımız”.
Yanlış, gidene kayıp denmez. Kayıp dersen, zaman süreç oluşumuna fırsat vermemiş olursun, oyun bozuluyor, anlıyor musun, mesele kültür ya da ahlak meselesi değil, mesele ontolojik mesele afedersin.
Baştan alalım.
Yas tutulursa kayıp bir anlama bağlanır, hayat doğum-ölüm arasındakı sıkıştığı yerden kurtarılır ve anlam, topluluğun masumiyetinin bir kısmını geri verir.
Nasıl?
Günümüze gelince, şu ürpertici soru karşımıza çıkar: Modern çağ, masumiyeti nereye koyuyor?Daha doğrusu, bilginin hızlandığı, anlık haz ile tatmin olmanın her derdi silip süpürdüğü bir çağda masumiyet ve saflığın bir anlamı var mı?
Treni umursayan mı kaldı hacı abeyy…?
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Modern Dünya’da Halimiz Nicedir Deli Dumrul?
Modern dünyada işler gittikçe sarpa sarıyor, çünkü ritüel bitiyor, ritüelin bitmesiyle birlikte onun altımıza yolluk halı gibi serdiği zaman eriyor, üzerinde anlamı taşıyan değerler yıkılıyor.
Acı ve acıyla gelen hikaye de buharlaşıyor.
Ee…?
Bu gün artık masumiyet alaya alınıyor.
İyi mi?
Değil tabii…
Arama devri bitti, acıdan kopuş, ‘inkar’ devri başladı.
Halbuki ikinci saflık devrine girecektik, karpuz da kesecektik…
Ritüelle birlikte eriyen zamanın ardından bir derin boşluk ve geleceksizlik kalıyor.
Her şey artık anlık.
Anlık mutluluk, anlık sevinç, anlık öfke… Sonra telefondaki görüntüyü kaydır öteki anlık her ne haltsa ona geç.
Oysa ritüel bizi bu anlığın şıpsevdi tuzağından koruyordu.
Bayramlar, cenazeler, düğünler, kutlamalar, yaslar… Umut.
Güney Koreli kültür eleştirmeni / yazar (bence karamsarın şahı) Byung-Chul Han, Palyatif Toplum Kitabında (Metis, çev: Haluk Barışcan) bu acı konusunu çıtır simit kıvamında pişirip önümüze koyar.
Der ki, “Günümüzde acı deneyiminin temel özelliklerinden biri acının anlamsız olarak algılanmasıdır. Acı karşısında bize dayanak sunacak ve yön verecek anlam bağlantıları mevcut değildir artık. Acı çekme sanatını hepten yitirmiş durumdayız.”
Acı lazım azizim, ne yazık ki muhtacız, onunla idare ediyorduk.
Yine uzun oldu di mi?
Söz, bir gün gelecek iki-üç kelime, sonra da sessuzluk!






