Şişe şişe evrimleşen insanlığımızın bitmek bilmeyen karanlığı
- Sunay Demircan
- 19 Kas
- 5 dakikada okunur

Dün (18 Kasım 2025) bir haber çıktı, Şanlıurfa'nın Bozova İlçesinde marangoz atölyesinde çalışan bir çırağı (Muhammed K.), aynı atölyedeki çalışan bir kalfa ve arkadaşı ellerini bağlayarak, yüksek basınçlı kompresör ile makattan hava vererek şişirmişler ve 15 yaşındaki Muhammed sizlere ömür...
İhtimal ki eğleniyorlardı.
İçimden dedim ki, "İnsan evrimleşmiyor da içimizdeki şiddeti meşrulaştırma / üstünü örtme biçimlerimiz (görünme biçimi) evrimleşiyor".
Sanki içeride bir yerde, milyonlarca yıl önce şekillenmiş bir iç çekirdek, karanlık bir yazılım çalışmaya devam ediyor. Bastırılıyor, saklanıyor, süslenip “Uygar” görünmek için maskeleniyor, kılıktan kılığa giriyor ama hiçbir zaman ortadan kalkmıyor.
İçimizdeki o eski canavar ölmüyor mu?
Eski toplumlarda (Roma'da, Antik Yunan'da, Hindistan'da, Afrika da...) festivaller, karnavallar, şölenler biraz da bunun için yapılırmış. Ahali 'yasa' yüzünden istediğini yapamaz (istediği de şiddet ve seks), yılın o mübarek gününü beklermiş, o gün gelince maskeyi takar (o haltı yiyen ben değilim anlamında) özgürlüğünü (?) doyasıya yaşar, sonra bayram bitince gider yıkanır, temiz giysilerini giyip, af diler, bir sonraki bayrama kadar yasanın zamanına dönermiş.
Şimdi bu özgürlük(?) bilgisayar oyunlarında, dijiatal platformlarda yaşanıyor.
Git bir papatya çayı demle, olmadı antidepresan al, dişlerinin arasına kauçuk sıkıştır.
Sonra, yazının bundan sonrasında birlikte ilerleyelim.
Sene 2013, Erzurum'da birini bekliyoruz, adam bir türlü gelmiyor.
"Nerede?" dedim tanıyanlara.
Hafif yollu bir kikirdeme ile geldi cevap.
"Abi o bir süre daha gelemez, şişirdiler onu".
Anladınız mı?
Ben anlamadım ve sordum "Şişirmek mi?"
Yine kikirdeme, "Şişirdiler işte abi, pompayı takıp, puf pufff...".
"Neresine takıyorlar?"
"Neresine olacak, arkasına".
....!
Mesele de şu, adam, hayvan satmış, parasını istemiş, hayvanı alan hayvan da "Haftaya gel" diyerek, ötelemiş.
Bizimki gitmiş haftaya, para yerine bir "Haftaya" cevabı daha almış, bir sonrakinde yine "Haftaya", bir daha "Haftaya" ... en sonunda bizimki basmış küfürü.
Sen misin küfür eden? "İndirin ulan şunun pantalonunu, getirin pompayı, takın hortumu kıçına...".
Millete seyir çıkmış, kaçar mı?
Toplanmış ahali, yılışık yılışık gülüşmeler eşliğinde, çember olmuşlar, pufur pufur şişirmişler adamı.
"Sonra?"
Sonrası yok, bir süre insan içine çıkamazmış utançtan.
Bir de işin bu boyutu var.
Görüyor musun meseleyi?
Mesele sadece yapılanların vahşeti değil, vahşeti bir şölene dönüştüren kıkırdama.
Seyirci var.
Şiddetin olduğu yerde hep bir seyirci oluyor zaten.
İnsan sadece öldüren, zulmeden değil, zulmü izleyen bir tür.
Buyur işte, hayvandan farkımız ne diye soruyorduk, cevap geldi.
Duyunca, çok şaşırdım.
Olacak iş mi?
"Yok artık, benimle dalga geçiyor bunlar" dedim, yemin etti kikirdeşenler korosu.
Ankara'nın büyük bir devlet hastanesindeki cerrah dostuma anlattım. "Ohooo, o insaflıymış yine, bizim acile böyle vakalar gelir ara sıra, hatta geçenlerde biri geldi adamın bağırsaklar param parça... Getirenler de hep şişirenler olur, genellikle şakalaşıyorduk derler".
"Nasıl olur, pompa mı?"
"Yok pompa değil, bunlar kompresör bağlamışlar".
Rahmetli René Girard (Fransız antropolog/filozof) “İnsan türü nasıl oldu da medeniyet diye bir şey uydurdu?” diye dertlenen biriydi.
Ona göre şiddet kolektiftir, taklitle ritüele dönüşür ve yayılır. Biri başlar, diğerleri taklit eder. Biri güler, diğerleri de güler. Büyük şiddet, küçük yankılarla yayılır. Şiddetin ritüelleşmesi, şiddetin kendisinden daha tehlikeli olur. Çünkü toplumsal onayla birleşir.
Şu rezilliğe bakarsak, ortada gerçekten bir ritüel var, utanma var, zevk var, kolektif suç ortaklığı var.
Sosyal medyada linç, politik düşmanlaştırma, mafyatik cezalar, töre ve namus cinayetleri … Hepsi bu mekanizmanın farklı yüzleri.
Bu şişirme rezilliğini merak edip biraz kurcaladım, meğer halının altında daha ne pislikler varmış.
Her yıl bir sürü ölüm olayları yaşanırmış. Resmi tutanaklara "Şaka yapıyorduk, fazla hava kaçmış" gibi ifadelerle yansımış olaylar var. Hatta böyle bir vakanın dava tutanağında, "İş yerinde kompresörle birbirimizin üstündeki tozları temizliyorduk, şakalaşırken, hortum arkadaşımın makatına kaçmış" demişler, buna da ahali inanmış.
Sen adamı soy, kompresörün ucundaki hava tabancasını sök, arkadaşının üstündeki iş tulumunu çıkart, sabit kalmasını sağla ... Sonra da "Kazara kaçmış" de.
İşin ilginç yanı, bir tarafına hortum kaçan şahıs (vakanın kurbanı) bu durumu namus meselesi yaptığı için, ölüm döşeğinde bile itiraz edememiş "Vallahi öyle oldu, şakalaşıyorduk, kaçtı hortum" demiş.
Yoksa, millet içine çıkamıyor.
Neden?
Bu “Neden?” sorusu var ya… Orası işin en karanlık yeri. Orada insan evladının dürtüleri, korkuları, iktidar arzusu, ataerkinin bin yıllık tortusu, erkekliğin kırılganlığı, hayatta kalma içgüdüsü, libidinal güç ve sadistik zevk birbirine karışıyor.
İnsan kendindeki bu karanlığını görmemek için sürekli bir farklı görünme biçiminde kendinden ve ötekinden saklanıyor ve o biçimle pazar yerinde vitrine çıkıp, müşteri bekliyor.
"İğrenç" dedim, bir hukukçu dostuma.
"Ohooo.... o yöntem geleneksel Anadolu işkencelerindendir, pompanın icat edilmesiyle birlikte neredeyse bizdeki ilk kullanım şekli bu oldu. 27 Mayıs ihtilalindeki işkence yöntemlerinden biri olarak tutanaklarda bile vardır".
Ne yapalım, iki ayak üstünde durduğumuza şükür mü diyelim?
Bir gün bir arkadaşım anlatmıştı, Ankara'nın dibinde yaşanan namus olaylarında ceza olarak suçluyu kazığa oturtma cezasını.
Pompa hadisesinin şokunu atlatamadık, kazık nerden çıktı?
Buna hiç inanamadım.
Bir plastik cerrah arkadaşıma anlattım, o da tedavi amacıyla hastaneye gelen kazık vakalarını saymaya kalktı ki, dinlenecek hikayeler değil hiç biri.
Nerede bunlar?
Başkent Ankara da.
Sonra bir başka hekim arkadaşım anlattı Anadolu'nun güneyinden başka kazık hikayelerini ...
Efendim, işin aslı kazığa oturtma değilmiş. Bir ağaç dalından ince bir kazık yapılır, kazık yağlanıp, suçlunun kuyruk sokumundan sokulup, enseden çıkartılırmış.
(Ortaçağ'da bu gibi cezalarda o kazık bir yerde sabitlenir ve suçlunun ölmesi beklenirmiş).
Daha çok namus meselelerinde uyguluyorlarmış. Delikanlı kız mı kaçırmaya kalktı? Köylü oğlanı yakalıyor, biri bir ağaç dalından, ucu sivriltilmiş bir kazık yapıyor, bir kaç kişi çocuğun kollarından tutuyor, kazıkçı bu kazığın sivri ucunu kurbanın kuyruk sokumundan ...
"Ölmüyor mu?"
Çoğu ölmezmiş, ama kazık cilt altında, eller bağlı sürünürlermiş.

Orta Karadeniz'de, hiç de tahmin etmeyeceğim bir ilden geldi hikaye. Bir arkadaşımın babası, içinde bulunduğu kültürel yapının kurallarına uymayan bir davranışta bulunmuş, köy meclisi cezasını kesmiş.
Adamı (öyle genç de biri değil) sırtında bir sopa, sopanın iki ucunda içi kum dolu iki çuval, kızgın köz üzerinde, çıplak ayakla yürütmüşler, sonra da köyden sürmüşler.
Ne bu?
Ceza...!
Böyle yerel adalet meclisleri, ihtiyar heyetleri, yerel dayılar, babalar, yargı kurulları felan halen var herhalde ve bunlar davayı da hükmü de infazı da aralarında hallediyorlar.
Halk da sessizce durumu kabulleniyor ve kikirdiyerek seyrediyor.
Geçenlerde bir kamu kurumu yetkilisi ile bu konuları konuşuyordum. Sözümü kesti, "Münferit vakalar olabilir, başka ülkelerde olmuyor mu? Her yerde böyle şeyler olabilir, bunları paylaşmamak lazım, yoksa yanlış anlaşılır, bizi faklı göstermek isteyenlerin oyunlarına gelmeyin".
Mesele de burada "Zort" diyor zaten. Biz pompayı, kazığı kullanalım, çoluk çocuğa, kediye köpeğe, bulduğumuz her girilebilecek nesneye homo erectus olarak "hücum" halimizle gururlanalım, ama başkaları bizi böyle bilmesin.
Bir an, sadece bir an, dursak bir.
Başkalarını bırakıp, kendimize, o maskenin ardındakine bakabilsek bir.
Bir şu üstünlük rollerinden, bir şu kibirden, bir şu '-mış' gibiliklerden sıyrılsak bir.
Bir şu çevredeki herkesi düşman görmelerden, bir şu her haltı bilmelerden ...
Olmuyor değil mi?
O bir an durma hadisesi olmuyor.
Aslında durabilmek bir tür evrimdir.
Durmak, düşünmek, kendini görmeye razı olmak… Ama insanlık hâlâ koşarak kendi karanlığından kaçmaya çalışıyor. O yüzden de nefesi kesilmiş haldeyiz. Sanki durağanlığı felaket sanıyoruz.
Çünkü durursak yüzleşeceğiz.
Durursak aynaya bakacağız.
Durursak, belki de o içimizde sakladığımız vahşetin aslında hiçbir zaman gitmediğini göreceğiz.
Belki de gerçek evrim, o bir an durabilmekten geçiyor.
Durduğumuz anda bulunacak olan şey, korkutucu olsa bile, ilk defa gerçekten insan olmaya yaklaştıracak bizi.













Yorumlar