phallus'dan bel'e, belleten'e, eksen'e ...
İngilizce 'pole' sırık, kazık, direk demek. Kuzey Avrupa dillerinde pal dedikleri de olur. Kimi Hollandalılar pael diyor, kimileri de paal... Latinler palus. Hooop, geldik mi phallus’a? Madem geldik phallus’a, biraz oyalanalım arkadaşla. Phallus (yani bildiğin penis) latince bir sözcük. Yunanca phallos’dan gelmiş. Yunanca’ya nerden gelmiş? Ön-Hint Avrupa kökenli bir mastara sahip diyorlar: bhel- Bildiğiniz ‘bel’ yani. Bel, anatomik olarak vücudun bir bölgesi olmakla birlikte, aynı zamanda erkeğin döl suyunu ve soyu-sopu da anlatır bize. İngilizce’nin boğası ‘bull’ ile bir ilişkisi var mı bel’in? Belli değil mi? Ya Graham Bell? Tamam tamam, ciddiyete dönüyorum...
Toprağı işlemek için kullanılan (kürek benzeri, ama ucu sivri) aletin adı da bel.
Onunla yapılan iş de, bellemek.
Toprak da dişi, ana malum.
Toprak (tohum yatağı) bel ile açılıyor ki, içine atılacak tohum hayat bulsun.
"Ananı bellerim" de buradan mı geliyor?
Tövbe estağfurullah!
Belleten var mesela. Türk Tarih Kurumu'nun 1937'den beri yayınladığı dergi.
Belletiyor.
Yani, senin zihninde tohum yatağı açarak, afedersin, beynine şey etme... neydi, neydi ..?
İşleme hah... işleme, beynini işleme durumu.
Çok sulandırdık işi, ciddiyete davet ediyorum cümle alemi.
Bel denilen aletle benzer olan bir diğeri de balta.
Belta ...? "Uydurmaaa" dediğinizi duyuyorum, dur bi dinle.
Dilimize taaa Sümerce'den geldiği düşünülen 'balta' fonetik açıdan benzemiyor mu bizim 'bel'e? En azından argodaki kullanımı benzer, "baltalar elimizde" dendiğinde, elde tutulmuş olan phallusun ta kendisidir.
Bakın buradan nereye bağlayacağım, "işaret parmağı" yani "şehadet parmağı", gerçek bir rehber, mürşit, uyandırıcı, inisiyatör ... şayet kaldırdıysa o parmağı, "bil ki karşıdakini dölleyecektir" derler. Yani, o parmak USB cihazı, senin zihnindeki USB porta (limana) hooopppa .... Haydi bakalım, donanım yüklendi.
Yani, dölleme hadisesi.
Buna bazı gelenek okullarında "yakin sütunu" da derler.
Offff... nerelere geldik, nerelere ... ?
Bel, balta derken, aze - axiz çıkar karşımız.
Sembolikler dünyasında eksen olarak geçer bu.
Bull olan boğanın ki o aslında bir ox'dur, boynuzları da bu şekilde bir eksendir.
Yani, axe, axis, ox aynı kapıya çıkar.
Ne ekseni?
Bizi yeraltı - yer yüzü ve gök yüzü gibi üç alemle birleştiren, alemler arası irtibatı, ulaşımı sağlayan eksen.
Taşıyıcı alan yani.
Afedersin, bildiğin phallus, yani penis taşıyıcı mı?
Ee, tabii seni dölleyerek doğurganlaştırıyor, seni içinden bir sen çıkartır hale getiriyor.
Daha ne istiyorsun?
Geleneğin okullarında pek çok sembolik eksen bulunur, bunların çoğu şemsidir, yani güneşe dairdir. Kılıç, balta, sütun ... Bunların bir bölümü işi daha da ileri götürür kendine bir çift kanat takar (Merkür'ün asası (kadüse) gibi) ya da kadim çift ağızlı balta labris gibi, iki aleme de etki eder ama ortadaki sap (eksen) tektir.
Bak bak baaaakkk ...
Hatay Müzesi'nde ne gördüm, bir ox (sığır), tepesinde bir axe (balta), hem de çift ağızlı.
Künefeyi yapmış da, üstüne de mutlaka dondurma konulacak demiş. Bunu da dese dese Hataylı der, kaç bin yıl önce üstelik.
Pole ile başladık, Aziz Paul bekliyor daha, devam edelim yola.
Pole, aynı zamanda kutup. Yani, dünyanın ortasından geçen eksenin (axis) en uç noktaları. Eski Fransızlar pole diyorlar, latinler polus. Kazık ve eksen ve kutup sözcüklerini duyunca, insanın aklına hemen demir kazık geliyor. Diğer adıyla kutup yıldızı Yani, polaris.
M. Eliade şöyle der “Her mikro evrende, merkez olarak kabul edilen kutsal bir yer vardır ve bu yer ‘Dünyanın Merkezi’ olarak algılanır. Üç kozmik bölge (Gök, Yeryüzü ve Yeraltı ‘Cehennem’) kavramını bilen kültürlerde, ‘merkez’ bu üç bölgenin kesişme noktasını oluşturur. Evrende üst üste üç büyük katman veya bölge vardır; bunlar merkezlerinden geçen bir eksenle ‘Axis mundi’ birbirlerine bağlıdır. Doğal olarak bu eksen bir açıklıktan, bir ‘delikten’ ibarettir ve tanrılar yeryüzüne, ölüler de yeraltına bu delikten inerler. Şamanlar da göğe ve yeraltına yaptıkları mistik yolculuklarda bu geçidi kullanırlar”.
Kozmik eksenin gelenekte kılıç, balta, asa, kazık, direk, ağaç, merdiven gibi imgelerle sembolize edildiğini görürüz.
Günümüzde halen, pek çok kültürde direğe çıkma, tırmanma, direğin veya bir altarın, bir sütunun, bir ağacın... çevresinde dönme gibi ritüeller sürdürülür ki, geleneğin sürmesinden başka bir şey değildir.
Peki ya Kutup Yıldızı? Tüm kadim uygarlıklar tarafından yön bulmada kullanılmış. (‘Tüm’ dememek lazım, epey bin yıl önce, Kutup Yıldızı yoktu veya orada değildi tabii). Orta Asya’da Türk Tatarlar, birçok başka halklar gibi gök kubbeyi bir çadır gibi tasarlamışlar. Gök’ün ortasında büyük çadırı bir orta direk gibi tutan Kutup Yıldızı parlarmış. Altaylılar Kutup Yıldızını bir direk olarak tasarlamışlar (Kutup Yıldızı deyince belirtmek gerekir, İslam inancına göre dünyanın en yüksek yeri Kâbe’dir, zira Gök’ün merkezinin karşısında bulunduğuna Kutup Yıldızı tanıklık eder). Moğol Kalmuk ve Buryatlar'a göre Kutup Yıldızı “Altın Direk”, Sibirya Tatarları ve Başkurtlara göre de “Demir Kazık”tır. Dünyanın Direği olan Kutup Yıldızı aynı zamanda atların bağlandığı bir direktir. Kutup Yıldızı'nı temsil eden bu direk, mikrokozmosta evin direğidir ve kutsaldır. Bu direğe bez parçaları bağlanır ve dibine sunular konur. Şamanların “Totem Direği” bu direktir.
Hayat Ağaçları farklı mı? Değil tabii, onlar da birer pole, phallis, direk, ... yani eksen. Totem direğinin çevresinde dönen şamanın veya kendi ekseninde dönen dervişin veya Kabe’yi tavaf eden hacının veya altarın çevresinde turlar atan inisiyenin hareketine bizim dilde, desek desek “dönüş” deriz.
İngilizler whirl diyorlar. Nerden geliyor whirl? Ön Hint Avrupa dil ailesindeki mastarımız – kwel -kwel yine Ön Hint Avrupa’da kwolo (çevresinde dönen) oluyor. Ondan da günümüz İngilizcesinde tekerlek, çark, dönüş, devir... gibi anlamlara gelen wheel sözcüğü çıkıyor. Unutmadan söylemem lazım ki, kwolo aynı zamanda phole’un da kökeni (işin ucu buradan ‘bel’e kadar gider).
Gördüğünüz gibi, nereye elini atsan, karşına bir eksen çıkar. Çünkü, insan hep bu cehennemden kurtulmak istemiştir ve kurtuluş için de kendine bir kaçış yolu, bir tünel, bir gizli geçit, bir asansör, bir ip, bir merdiven, bir taşıyıcı, bir yol gösterici aramıştır.
Aslına bakarsanız, bu eksenler soyuttur, semboliktir, tıpkı gerçek mabetler gibi. İnsan kendi zihninde oluşturur hürriyet yolunu. Ne varsa düşüncede, düşüncenin o saflaşmış, pırlantaya dönüşmüş halindedir.
İnsanda düşüncenin oluştuğu bilinmeyen geometrik noktaya, o soyut alana taşıyan, sembolik mekanların fiziki tasarımları kuşkusuz önemlidir ancak bu önem zihinsel bir algıyı ateşlemekten öte bir değer taşımaz. “Eksen ortadaki merkezden geçer” dendiğinde bilinir ki, orası neresiyse ortadır, ama bu, bizim dünyasal - maddesel boyuttaki mekansal algımızda bir orta veya merkez olmak zorunda değildir.
Şimdi, önemli bir laf ettik, aman güme gitmesin, “zihinsel algıyı ateşlemek” dedik. Eksenin varlığı biraz da bu işe yarar. Aslına bakarsanız, mabedin kendisi tüm sembolleri ve ritüelleriyle birlikte bu işe yarar. Kurban ederek eski gerçekliği kırar, perişan eder, parçalar...yeniye doğru algıyı ateşler. Bu ateşlemenin ardından, inisiye olan kişi ile mabed arasında farklı bir ilişki düzeyi oluşur ve bu defa mekânsal/fiziki ax ve merkez ortadan kalkar, oradaki kişi hem merkez, hem eksen hem de merkezdeki eksen boyu seyran eden olur.
Nasıl?
Dur daha bitmedi...
Eskiden insanların buğday öğüttükleri taş değirmen vardı. Bir koca yuvarlak taş aşağıda durur, üstünde bir başka yuvarlak taş da dönerdi. Bu iki taşı tam ortadan birleştiren de bir mil olurdu. Bu milin tam merkezden geçmesi, dönüşün ve işleyişin ahenkli olması için şarttı. İşte bu mile “kutup” denirdi.
Yani, pole, yani axis....
Yani, yukarıda dönen taş deveran halindedir, devri daime girmiş olanlar, yani ezilip un olacak olan tohumlar, o kutup çevresinden, onun merkezinin çekimine kapılarak içeri iner.
Nasıl bir metafordur bu ya Rabii...?
Merkezin çekimi mi var?
Tabii, olmasa dağılır giderler zaten. Tıpkı dünyanın merkezinin çekimi gibi. Değirmende de her bir tane, merkezdeki eksenden içeri düşer. İki taşın arasında dönmeye başlar, döndükçe kırılır, sonra yine kırılır, yine kırılır... bu yolculuğun en sonunda tane zerrelere ayrılır, un olur, zerre zerre çıkar dışarı.
Sonra? Dışarı çıkış bir son mudur?
Kim bilir?
Peki, o değirmende kırılan tohum kim?
Kırılan sen değilsindir, kırılan bu dünyada sana öğretilmiş, giydirilmiş, kuşandırılmış gerçekliğin ta kendisidir; zihnine atılmış formattır o kırılanlar; katı gerçeklik kırıldıkça, gerçek hürriyetin kapıları açılır önüne... seni karşılayan yeni bir gerçekliğin örüntüsüdür... sonra biraz daha yükselirsin, başka bir gerçeklik oluşur, oradan geçersin bir daha, bir daha, en sonunda kendi gerçekliğine ulaşırsın ki o özüne ait olandır.
"Saf düşünce nedir, düşüncenin saflaşması mı olur?" diye soranlara, cevap olur mu?
Belki, ama kolay değil... sembol ve metafor ile ancak ....
Şimdi diyeceksiniz ki, "Aziz Paul'un pol ile bir ilişkisi yok, çok salladın."
Romalılardan gelme galiba Paul, latinler paulum diyorlar, İtalyanlar da paolo... Tam (birebir) karşılığı “küçük” demek. Yani, şimdi koskoca St. Paul / Pavlus, “Küçük Aziz” mi olacak? Daha neler! Dünyada kabul etmem. Nerede yaptılar bu yanlışı bilmem ama, Aziz Paul (ki Tarsusludur malum) “Küçük Aziz” olmaz. O da bir eksendir kuşkusuz. ‘Küçük’ müş...! Külahıma anlat onu ...
Sahi külah dedim ke, o da "kül" den gelir ... şaka şaka, bu kadar işkence yeter, git bir nefes al kendine gel.