top of page

gerçeği inşa eden yalanlarımız.

Ünlü şef Seattle’ın mektubu vardır, bilirsiniz.

Aslında ortada mektup falan yoktur ama, vardır.

Gelin bakalım.

Sene 1854, ABD Başkanı Franklin Pierce ABD’nin kuzeybatısına göçmen yerleştirmek için kızılderililerden toprak ister ve bunun için de Şef Seattle’a bir mektup yazar.

“Abi sen bana senin toprakları ver, ben sana daha iyisini vereyim”.

Dağdan gelip, bağdakini kovma huyu beyaz adamda ata yadigarı olduğu için, talebi utanmadan iletir.

Şefin, cevap olarak bir konuşma yaptığı söylenir (bu rivayet).

Daha sonra da bu konuşma metin haline getirilir (büyük olasılıkla yalan).

Metin daha sonra Başkana iletilir (belki birilerinin yazdığı metni ilettiler).

Mektup bir müzede saklanmaktadır (bak bu doğru olabilir).

Günümüzde bu mektup, çevre ve doğa üzerine yazılmış en anlamlı metin olarak kabul ediliyor (bak bu kesin doğru).

Aslında ortada mektup var mı?

Yok tabii...!

Eyyy her söylenene inanma merakıyla tutuşmuş sade vatandaş, bak dinle, tüm dünyayı kündeye getiren olay nasıl gelişmiştir: Teksas Üniversitesi öğretim üyelerinden Ted Perry, çevre üzerine bir yazı hazırlayacaktır, Şef Seattle’ın konuşma metni olduğu iddia edilen bir metni duyunca etkilenir ve bundan hareketle oturup bir metin uydurur.

Bu uydurma sırasında hazretin el ayarının kaçtığı anlar çoktur.

Mesela, Şef mektubunda der ki, “…dipdiri tepelerin konuşan tellerle lekelendiğini …”.

Konuşan tel dediği, telefon telleri.

Eeyyyy Perry, sen kimsin?

Şefin mektubu yazdığı tarih 1854, Graham Bell’in telefonun patentini alış tarihi 7 Mart 1876. İlk telefon görüşmesinin yapılması ise 1892.

Söyle Perry, kimsin sen…?

Şefin şöyle bir cümlesi daha var, “Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm! Beyaz adamın, geçerken dumanlı demir attan vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hala anlayamadığım binlerce bufalo…”.

Oysa Şef’in yaşadığı yerde bufalo yoktu, adamcağız hayatı boyunca bufalo görmeden yaşadı.

Tren…?

Tren de yoktu, o tarihlerde.

Zaten metni yazan Perry de, “yazdığım hiçbir şeyin tarihsel doğruluğunu kontrol etmedim” diyor.[1]

Zamanla, gelen birşey ekler, giden bir şey ...

Mesela, şu ünlü söz var ya, “son ırmak kuruduğunda, son balık öldüğünde, beyaz adam paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacak” bu Perry tarafından uydurulmuş olan metinde yok. Arkadan gelen eklemiş herhalde.

Suyunun suyu olmuş, ama Allah için, çok fiyakalı.

Milyonlarca insan, bu metni yıllardır hatmetti.

Yedik, yuttuk afiyetle, ohhh...!

“Yüce ve bilge şef, gerçek doğa insanı ne konuşmuş …!” dedik.

Devlet başkanları konuşmalarına aldı, Al Gore kitabında kullandı (utandı herhalde ki, bufalo kısmını çıkartmış).

"Bu kızılderililer bir başka" dedik.

Bunca kirlenmişlik içinde temizi bulamayınca, beyaz adamın son kurbanı kızılderiliden "temiz" çıkartma çabasına girdik (bunu da beyaz adam yaptı).

Şimdi, diyeceksin "abartma gari", metnin içeriği önemli; biri söylemiş ve artık o sözler şefin adıyla tarihe kazınmıştır, fena mı oldu? Fazla kurcalama.

Tamam, tamam, kızma… !

Konuyu değiştirelim hemen.

Bir ara bir metin salındı ortalığa, ünlü tenorlar Carreras ile Domingo arasında geçen bir olaylar dizisi.

Hatırladın mı?

Tüm dünyada bir anda patladı hikâye.

“İnsanlık öldü mü…?” dedirtti herkese.

Köşe yazarları, kendileri bulmuşlar gibi yazdılar hikayeyi.

Biri yazdı, diğeri yazdı, öbürü yazdı, beriki yazdı …

Hıncal Uluç’ta yazdı, duyarak yazdı, sanki oradaymış gibi yazdı.

“… Jose 11 yaşında kendisini Opera sahnesinde buldu. 20'sine yaklaşırken ünü İspanya hudutlarını aşmaya başladı.. Vatandaşı Placido Domingo ile çağdaştı. Çok iyi dost oldular. Ne var ki, Placido İspanyol, Jose Katalan'dı.. Biri Real Madridli, öteki Barça.. Katalonya ayrımcı hareketi başlayınca, önce İspanyollarla Katalanların, giderek Jose ile Placido'nun araları açıldı. Konuşmaz oldular.. Ardından kötü haber geldi. Jose Carreras kan kanserine yakalanmıştı. İyileşme ihtimali sıfıra yakındı. Üstelik tedavi de o zaman müthiş pahalıydı. Jose'nin karşılamasına imkân yoktu. Hele de çalışamaz haldeyken.. Placido, yardıma karar verdi. Ama gururlu Katalan'ın eski dostunun yardımını kabul etmeyeceğini biliyordu. "Lösemi Vakfı"nı kurdu, adını gizli tutarak. Tedaviyi güya vakıf yüklendi, asıl ödemeyi yapan Placido'ydu. Jose, bir yandan tedavi, öte yandan müthiş iradesiyle, o yıllarda "İdam Fermanı" demek olan kan kanserini yendi.. Gerçekleri de öğrendi tabii.. İki eski dost kenetlendiler. Aralarına, gene gizlice tedaviye destek olan Pavarotti'yi de aldılar ve 1990 Roma'da Dünya Kupası'nda, tarihe geçen konseri verdiler. Ordaydım.. 1994'te, Los Angeles'te gene Dünya Kupasında söylediler. Ordaydım.. Jose, 1992 Barcelona Oyunları'nı "Amigos para Siempre" ile açarken, ordaydım. Oyunları Sara Brightman'la el ele "Time to Say Good bye" diye kaparken, tribünlerde ağlayanlar arasındaydım…” (28 Temmuz 2012 Sabah Gazetesi)

Evet, bu haber de uydurma.

Söz konusu vakıf (Leukaemia Vakfı) sitesinde açıklama yaptı, “Sayın Carreras ortalıkta dolaşan bu haberi kesinlikle reddetmektedir…”[2] diye.

“Gel, ne olursan ol yine gel…”.

Kimin bu sözler…?

Sen öyle san, o sözlerin sahibi EbU Said Ebu’l-hayr.

Belki sen yeni duydun ama, bilenler bunu yıllardır biliyorlardı.

Varsın, Celaleddin Rumi olsun, ne olur ki…? diyerek, dokunmadılar.

Şimdi, böyle çok haber, olay, söz, deyiş, şiir, roman ve benzeri var ki, aslında öyle değil, aslında onun değil, aslında yok, aslında şu, aslında bu …

Aslında, bu iş önemli.

Yani, haber uydurmak.

Bunun iyisi olduğu gibi kötüsü de var. İnsanları sarılmaya, barışmaya, sevişmeye teşvik edeni olduğu gibi; savaşmaya, nefrete, düşmanlığa yönlendirenleri de var, hatta bunlar daha çok, çünkü bu gibi yalan haberleri üretmek daha kolay.

Neden ki?

Çünkü, onun hedef kitlesi daha aptal…!

Yok, yok … öyle demeyelim, onlar da insan.

Hatta, iki haberin hedef kitlesi aynı, insanlar. İkisi de bu kitleye yönelik ve işe yarıyor.

Domingo – Carreras haberiyle gözleri yaşaran kişi, bir sonraki sayfada okuduğu “Suriyeliler küçük kızlara toplu tecavüz ederlerken…” haberiyle nefretini bilemeye başlayabiliyor.

Her geçen haber bizi acıdan tatlıya, umuttan çaresizliğe, iyiden kötüye doğru savurup duruyor.

Neden bunlar uyduruluyor?

Peygamberlerin, tarihsel kahramanların, bilim insanlarının, sanatçıların ağızlarından, onlar adına sürekli bir cümle üretme seferberliği var. Bu çaba muhtemelen tarihin her devrinde vardı, bu günlerde internet sayesinde zirve yaptı ama kontrol olanağı da arttı (kim kontrol edecekse?).

Evet, neden… neden uyduruluyor bütün bunlar?

Kim oturup yazıyor bu hikayeleri, uzun uzun… bir de anonim olarak salıyor ortalığa…?

Bunlar, bence insanın varoluşunu dayandırdığı hikayenin güncellenme süreçleri.

Gerçeği inşa ediyoruz bir biçimde.

Biz bir kocaman romanın içindeyiz, o romanın sayfaları da sürekli yazılıyor. Sürekli güncelleniyor.

Her zamana göre yeni cümleler üretiliyor…

Trajedi, komedi, aşk, kin, nefret, seks … hepsi bu sayfalarda var.

Dedik ya, bunlar bizi acıdan tatlıya, umuttan çaresizliğe, iyiden kötüye doğru savurup duruyorlar. Bu savrulmalar ki, bizi ayakta tutuyor, bizi aramaya, keşfetmeye, bulmaya, çalışmaya yönlendiriyor.

Biz çalıştıkça düşünce oluşuyor, sözcük ürüyor, onlar cümleleri, cümleler sayfaları oluşturuyor.

Ve zaman böylece mekanıyla birlikte önümüzde açılıyor.

Yeter ki biz eylem halinde olalım.

Biz durursak, düşünce durur, düşünce durursa zaman durur, zaman durursa ...

Zaman durursa, roman biter.

Neyse, takma sen bunları kafana, dedik ya, hepsi uydurma.

Sen bile uydurmasın, ben zaten uydurma.

Şu bahçedeki kızılağaç, şu nar bülbülü, şu bulutlar.

Şu rüzgarda hep eğri yağan yağmur.

Bak, ne de güzel uydular uydurmalar.

[1] http://www.solakkedi.com/tarih/seattle/seattle%20mektup02.html

[2] https://www.fcarreras.org/en/denial-of-published-information-concerned-alleged-financial-suport-by-mr-placido-domingo-and-fundacion-hermosa-to-mr-josep-carreras_31308


öne çıkanlar
en yeniler
arşiv
etiketler
Henüz etiket yok.
takip edin:
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • images
bottom of page