top of page

Medeniyet - Order - Ordu derken...

Sene 1795.

Ne sen varsın, ne de ben.

Sanki şimdi varsın…?

Tamam, tamam … felsefe yapmayalım, konumuza girelim.

Sene 1795, Fransız hükümeti bir duyuru yapar, “gıdaların bozulmadan saklanmasını bulana acayip bir para verilecektir…”

Ödülü Nicolas Appert adında bir aşçı kazanır.

Nicolas’ın yöntemi basittir, “yiyeceği bir güzel yıka, sonra cam kavanoza koy, ağzını sık sıkı kapat, sıkı kapat ki hava almasın…sonra bu kavanozları baş aşağı çevirip, bez torbalara koy, torbaları da içinde su kaynayan bir kazana koyup bir saat beklet. İşte bu kadar…”

Fransız ordusu kavanozları açıp içindekiler test eder. “Hımmm, çorbalar çok güzel, içine haşlanmış sığır eti konmuş çorba daha da güzel; etli ve etsiz yapılmış bezelyeler ve fasulyeler tazesi kadar nefis…”.

İlk konservenin ortaya çıkışı böyle olmuş, arkadaki sebep de ordu.

Anlaşılır bir şey değil mi?

Asker uzun sefere çıkacak (denizde veya karada) en büyük ihtiyaç gıda.

Tuvalet de var tabii, olmaz mı…?

Ama askerin karnı doyacak ki, ilerlesin.

Ne demiş Napolyon “ordular mideleri üzerinde ilerler”.

Gıdanın salamura yapılarak saklanmasında da Roma askerlerinin ihtiyacı rol oynamıştı.

Hımm…. Bu iş nereye varacak…?

Sabır, elimizdeki parçaları ekleye ekleye bir yerlere varacağız işte...

Tarihçi Karl Wittfogel‘in acayip ses getiren ve çok tartışılan, “hidrolik toplum” tezine değinelim kısaca.

Konu ilginç, diyor ki rahmetli, Çin, Hint, Mısır, Mezopotamya’da kurulan tüm imparatorluklar birer hidrolik toplum iktidarlarıydı.

Nasıl yani…?

Her biri büyük ırmaklarla beslenen kıraç ya da yarı kıraç vadilerde gelişip büyüdüler. Barajlar, kanallar, taşkın kontrolleri, drenaj işleri… Irmaklardan gelen su köylünün tarlasına kadar ulaştırılıyordu.

Su üretimdeki en önemli etmendi, düzenli ve bol su verimi patlattı ve zenginlik getirdi.

Söz konusu tarih taaa Sümerler, Akadlar …

Bir bereket, bir bereket …

Ayağa kalk…!

Mezopotamya medeniyetleri doğuyor, ta ta taaaaaa…..!

Ne sen varsın, ne ben.

Düşünsene bir, o çağda bir sürü kanal, baraj, şebeke, taşkın seddesi…

O kanallar çamurla dolar, temizlemek lazım, köylü “bana ne” der; seddeler aşınır, köylü yine “bana ne” der, barajda su biter “bana ne” der.

Wittfogen’in tezini M. Herris devam ettirir ve der ki, “bana ne”.

Şaka, şaka ... der ki, “eski uygarlıkların -imparatorlukların da- ayakta kalabilmesinin tek çaresi su yollarının ve sulamanın sürdürülebilirliği idi, bayındırlık işleri savsaklandığında üretim düşmüş, ülkeler dış saldırılara veya iç ayaklanmalara karşı savunmasız kalmışlar ve medeniyetler yıkılmıştır.

Kim yapıyormuş bu bakım onarımı?

Devlet yapacaktır elbet… Şehir devletlerinden başlayarak, büyüyen devlet yapıları bu işler için özel kuvvetler oluşturur.

Kimler bunlar…?

Ordular, asker yani.

Düzenli orduya ihtiyacı var, kanal temizlenecek.

İşçi tutsa, DSİ’yi kursa, müteahhit bulsa… olmuyor mu?

Olmuyor…!

Çünkü düzen dediğin şeyin karşılığı “ordu”.

Divan-i Lugat'i Türk'de 'ordu' sözcüğü şöyle açıklanıyor: bir hakanın kasabası/kalesi; Nitekim Kaşgar şehrine 'ordu kent', yani hakanın konutu veya başkenti denir. Sözcüğün kökeni ordu veya ordo=in, yuva, bey konağı, saray gibi anlamlardan evrilmiştir.

Altay dil ailesinde ordu'nun karşılığı da bildiğimiz askeri güç olan ordu.

Gelin buna da "tesadüf" diyelim, Latince’deki ordo sözcüğünden çıkıyor latin dillerindeki “order”.

Yani, nizam, sistem, düzen, kural … Hatta ‘emir’.

Etimoloji sözlüğü "order" için diyor ki: Antik dönemden itibaren muhtemelen askeri bir kullanımdan dolayı “emir” anlamını kazanmıştır.

Gelelim yakın tarihe.

Sene 1775, günlerden 16 Haziran.

Ama hala ne sen varsın, ne de ben.

ABD’de “Birleşik Devletler Ordusu Mühendisler Birliği” şeklinde çevrilebilecek, “US Army’s Corps of Engineers” kurulmuş.

Görev…?

Barajları, kanalları, taşkın korumayı düzenlesin, kontrol etsin …

Yine “medeniyet” inşası, yine ordu.

Sadece su yönetimi mi?

Silah üretim tesislerinin kurulması, Manhattan Projesi, Panama Kanalı inşasına süpervizörlük, Everglades Milli Parkı restorasyonu, taşkın koruma faaliyetleri …say say bitmez.

Halen işlerine devam ediyorlar, biraz daha güncellediler kendilerini.

Çevreci oldular mesela.

Çevreci oldular da, plajda poşet mi topluyorlar?

Ehhh… neredeyse…!

Ordu bir yerde bomba denemeleri mi yaptı?

Ya da eski askeri tesisi mi boşalttı?

Bu arkadaşlar oraya gidip, ortalığa bulaşmış olan radyasyon, kimyasal atık, vb. temizliyorlar.

Mayın mı kaldı arazide…?

Bir telefon … hemen geliyorlar.

Ütü ve çamaşır yok...

ABD’de bir sürü sulakalan restorasyonu da yapıyorlar.

Nesli tehlike altındaki türlerle ilgili koruma programları geliştirip, uyguluyorlar.

Ordu bu … boru mu?

Ruslar’ın eli armut mu toplamış?

Bak hala sen yoksun, ben zaten hiç olmadım.

Stalin var ama.

Rusya da “Hidrolojik Planlama Kurumunu” kurmuş o da.

Kurum Kızıl Ordu içinde.

Haydi, sağda solda sulama işleri, kalkınma projeleri yapalım.

Bir de “çılgın projem” var demiş Stalin usta.

Kimse soramamış tabii, “nedir abey…?”

“Yoldaşlar, bir kanal yapıyoruz, Kuzey Buz Deniziyle Baltık kıyılarını birleştireceğiz”.

Alkışşşş….!

“Baltık Kanalı’da diyebilirsiniz yoldaşlar. Beyaz Deniz Kanalı’da… 227 km uzunluğunda, 5 metre derinliğinde olacak”

Alkışşşş...

“Bir kanal daha var, Moskova’dan Volga’ya, 128 km. Moskova Kanalı”

Alkışşşş…

“Volga’dan da Don’a… bir tane daha…Volga Kanalı”

Kim yapacak bu projeleri?

İş orduya, iş gücü de Gulag Yarımadasındaki mahkumlara havale.

Her üç proje de birer "medeniyet" projesi aslında.

Sadece su yollarını değil, kentleri ve yaşam alanlarını da birbirleriyle birleştiriyor.

Su taşımacılığı sayesinde mal ve insan sevkiyatı kolaylaşacak.

Stratejik gerekçesi, ordu hoppada sıcak denizlere ulaşacak, ulaştı da nitekim.

Denizaltılar fırt fırt Baltık Denizi'ne çıkıverdi.

Regülatörler kuruldu kanallara, elektrik üretildi.

Deniyor ki, 500 bin kişi çalıştı bu kanallarda…

Ölü sayısı…?

Kimi 25 bin diyor, kimi 250 bin… Nasıl bir bilinmezlik deryası ise.

Fazla uzatmaya niyetim yok, tarih böyle örneklerle dolu.

Dinler tarihi de keza.

Üç kitabi dinin de (özellikle İslam ve Hristiyanlık) kuruluşları ve yayılmaları sırasında ordu en önemli araç. Halen bitmeyen din uğruna çatışmalarda, iktidar ve ordular birlikte adına medeniyet dedikleri düzenlerini (order) ayakta tutmaya, hâkim kılmaya çabalıyorlar.

Hepsi kendi ölçeğinde mantıklı, anlaşılabilir.

Ordu bir kere düzenli, organize güç.

Bir kişi “haydi” dediğinde, ne yapılacaksa yapılıyor.

İşçi öyle mi ..?

Çişi gelir, karnı acıkır, birbirine sataşır, hasta olur…

Sonra, ordu iktidarın hizmetinde, işçi sermayenin.

Sermaye ‘hup’ der döner.

Bir de, o devirlerde işçi kim ki?

Daha ne sen varsın, ne ben.

İşçi hiç yok.

Sadece “bana ne” diyen köylü var ki, onunla böyle büyük projeler zor.

Bir Mao becermiş, sen git bir de ona sor, nasıl becermiş...?

Hal bu mu…?

Yani “medeniyet” denilen şey asker ile, silah ile, kaba güç ile, emir-komuta ile inşa edilmiş ve onu ayakta tutabilmek için, o gücü hep canlı tutma ihtiyacı mı doğmuş?

Yoksa, Roma’da olduğu gibi, zaman zaman asker ile sivil ayrımı yapılmış ve askere (orduya) bir sınır konularak, rolü güvenlikle sınırlandırılmış ve medeniyet sivil iktidara mı emanet edilmiş?

Sonra da, bu “sivil” ölçek yine askeri güç altında mı kendi medeniyetini kurmuş?

Al sana Almanya… !

Demokrasi desen demokrasi, hak desen hak.

Her türlü eleştiriyi dinleyen, hoş gören, kiralık evde oturan bir şansölye de var.

2019 yılı silah satışları 8 milyar Avro.

Müşterileri de Macaristan, Mısır, Türkiye …

Derdi ne? Medeniyet korunsun diye silah satışı …?

Al sana Fransa…!

Özgürlük, eşitlik, kardeşlik diye diye… taaa kaç yüz yıl önce sivil meclis kur.

Peşine Cumhuriyet, olmadı bir daha, bir daha…

Sonra kalk Dünyanın üçüncü büyük silah taciri ol.

İnsan hakları cenneti İsveç, Dünyanın en büyük silah satıcısı ülkelerinden.

Hollanda’ya ne demeli?

“Medeniyet inşası”

Anlatabiliyor muyum?

Tarih boyunca ortalıkta bir medeniyet, bir insanlık, bir düzen, bir gelişmişlik, bir cennet… laflarıdır gidiyor.

Bir ortalıkta dolaşan kavramlar var; bir de koyunlar, peşi sıra gidiveren.

Ama her birinin arkasına bakıyorsun, bir top-tüfek…

Bir barut kokusu, bir düzen, bir itaat, bir otorite arzusu.

Bu kadar yalandan bir düzene “düzen” diyen nasıl bir akıl ki?

Üstelik her geçen gün daha da köleleşen ama bir yandan da kendi haline “özgürleşen akıl” adını koyan bu akıl, nasıl bir akıl?

Gücün arzusuna, büyüsüne teslim olmuş akıl.

Kendini, güç ve iktidar üzerinden tanımlayarak var etmekten başka bir şey bilmeyen akıl.

Bu akıl kırılıp, içine çökmeden, insan ortaya çıkar mı?

Çıkmaz...


öne çıkanlar
en yeniler
arşiv
etiketler
Henüz etiket yok.
takip edin:
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • images
bottom of page