top of page

Dil Klişesi: Kalem Kırıldı – Ferman Yazıldı

  • Yazarın fotoğrafı: Sunay Demircan
    Sunay Demircan
  • 2 Kas
  • 5 dakikada okunur

ree

Önce bir küçük not: Beyin enerji harcarken cimridir. Belirsizlikle, boşlukla uğraşmaktansa, tekrar tekrar kat edilen, bilinen-güvenli yollarda seyahet etmeyi tercih eder.  Bir kalıp 3-4 kez tekrarlanınca, serotonin yükselir, sinaptik bağlar kalıcılaşır. Otomatikleşir, rahatlar, enerjiyi korur… Sonra?

Sonra, kalkar onu içine çeken dilin esiri olur.

 

Konuya döneceğiz ama önce, şu arkaik kozmolojinin bahçesinde biraz kazı yapalım.

Duymuşsundur, eskiden hakim ölüm cezası verince kalemi kırardı.

Yani, “Al işte, şimdiye dek seni yazan bu kalem, artık yazmayacak, bittin!”

Ey hakim sen kimsin ki bunu diyebiliyorsun?

Der… O hakim.

Dile hakim, kelimeye hakim, söze hakim.

Yani, insanı ayakta tutan klişelere hakim.

 

Görelim: Arapça h-k-m mastarından doğuyor HaKiM. Bu mastar ki, engel olmayı, dizginlemeyi, bilgeliği, düzenlemeyi, arabuluculuğu, adaleti, hükmetmeyi de doğuruyor.

“Hakk” dedin mi, koskoca evrendeki düzen-adalet ve ölçülülük yasası da işin içine giriyor.

El-Hak=hakikatin kaynağı, mutlak gerçek…

Ehh, buraya kadar geldik, söylemek şart: Hakikat sözcüğü de Hak’dan geliyor.

Görünenin altındaki düzeni sezmek meselesi.

 

Muhteşem değil mi?

Dil böyle bir şey, devam edelim.

 

Cumhuriyet öncesi var kalem kırma geleneği. Osmanlı mahkemelerinde, hüküm veriliyor, karar yazılıyor, sonra çat! kalem kırılıyor. Ne kadar sade, ama içinde koca bir “Alem” var.

Kalem bu…!

Kalem kaderin yazıcısı, varlığın kodlayıcı ilkesi gibi.

Kalem, kelamın yeryüzündeki eli, kırılınca, yazı da yazgı da bitiyor.

Hukuk dilinde, hükmün geri alınmazlığını anlatıyor kalem kırmak.

Hâkim diyor ki, “Artık bu dosyaya ikinci bir satır eklenmeyecek, benim yazabileceğim buraya kadardı. Gerisi Tanrı’ya, yani o büyük sisteme ait.”

Bu günün diliyle senin dosyan artık “read only” oldu arkadaş.  

 

Konu kültür ve tarihi içinde mükemmel işlenmiştir. Ama nihayetinde işlemeyi yapan dil ve o dil ile oluşmuş klişedir.

Ne demiş Heidegger: Dil varlığın evidir ama aynı zamanda da hapishanesidir.

Muhtaciyet rejiminde, insan kendi hapishanesini kurup, içine sığınmak zorunda.

Aksi halde ne olur?

İnsan bu, aklına olur olmaz sorular gelir, mesela “Neden varım?” der.

“Evrenin bir anlamı var mı?” der, “Zaman neden var?” der.

Bunları sorunca da, önünde kocaman bir uçurum oluşur, aşağı bakar midesi bulanır. 

Geri döner, onun için hazırlanmış anestetik ajanlara, dile, klişeye, mitosa sığınır.

 

Devam edelim arkaik kazılara, bak bir buluntu daha çıktı karşımıza: kalem=penis.

Kağıt da yazılanın tezahür ettiği, hayat bulduğu yer mi?

Mürekkep de dölleyici sperm (bilgi/kod) mi?

Nasıl ama dilin fail/edilgen şeklindeki biçimlenişi?

Hapishane derken, ikiliğe muhtaçlık da o zindanın demir parmaklıkları değil mi?

Kalem sözcüğü ile nesne olan kalem arasındaki doğal bağı görebiliyor musun?

Göremezsin, yok ki! Ama, dile düşünce sözcük, anlam doğar ve söz kristalleşir, katılaşıp, klişeyi biçimlendirir. İnsan da geçmişin klişe fosilleri üzerinde, kendini o uçuruma sürükleyen sorulardan uzakta, güvenli tekrarlar döngüsündeki yanılsamada ayakta tutmaya çalışır.

 

Haydi, kazımıza devam edelim, dil merdiveninde bir kaç basamak daha yükselelim, bakalım neler göreceğiz.

 

Kültür (latince colere) sözcüğü, toprağı işlemektir.

Agriculture = yerin işlenmesi.

16. YY Batı düşüncesi bunu aldı, zihine taşıdı, tarla=düşünce oldu.  

Şimdi, metaforun şahı geliyor, sıkı dur.

Toprak, yani yer yüzü işlenecek zihin olsun, hayat da yazılmış eser, mesela.

Hayatı anlamlı hale getirmek için dil lazım değil mi?

Bilgi lazım…

Toprak Ana işlenecek, bir ‘bel / saban’ bulalım.

Buyur sana bel ile gelen fallik obje, Ana’nın bellenmesi başlıyor.

Toprak Ana’nın rahmi bellenerek açılıyor, içine tohum atılıyor ve bereket geliyor.

Ama dur…!

Bir şeyi unutmayalım, Kutsal Baba’nın kutsal suyu (yağmur) gelecek Ana ile birleşecek ki, döllenme olsun.

(Dile dikkat ediyor musun? Nasıl ele geçirmiş, semboller ve simgelerle sarıp sarmalamış hayatı)

Onun içindir ki mezara (Ana’nın rahmi) ceset konduktan sonra toprağa su dökeriz, ki giden döngüye girsin, fazla oyalanmadan yola çıksın.

(Buyur işte, metafor da bedenden uzanıyor; dil bedenden uzanıyor ki, insanı dilin parçası yapsın, kaçacak yer kalmasın)

Dilimizdeki bellemek, belleten gibi öğrenmeye, ezberlemeye dayalı süzcükler de buradan geliyor olabilir mi?

Sapır sapır erillik… Erkek olan (Baba) aktif/dölleyici güç iken, dişil olan pasif/edilgen olmuş. Çünkü, kültürel kodlar üzerinden dil, tarihin uzunca bir dönemi boyunca klişeleri bu şekilde üretti.

Erilliğin zirvesinde, fallus konuşur ve der ki: eski dönemlerde kırılan kamış kalemdi, kamış da nihayetinde penisin argodaki bir çeşitlemesi. Penis dediğin de, latince kuyruk demek, aynı kökten ‘penna’ tüy, kalem de geliyor. Penna zamanla pen/kalem olmuş. Antik Yunan’da, ‘kalamos’, hem kamış hem de kalem demek.

Sümer’e gelince görürüz ki, yazı tanrısı (kaderi yazar) Nabu’dur ve elinde kamış kalem vardır. Eski Mısır’da, Thoth, bizde İdris, sonra Hermes, Roma’da Merkür… Bunlar hem yazıyı bulurlar, hem bilgiyi taşır, ders verirler hem de dokamacılık / terzilik yapar, hayatı dokurlar.

Çin’e de bir uğrayıp çıkalım bu havuzdan, Çin dilinde kalem anlamına gelen piktogramın ilk halleri fallik bir nesneyle ilişkilidir. Fırça eril, yazı yazılan yer dişildi. Yazı yazma da bu nedenle dölleyici bir ritüel olarak sürdürülürdü.

Ahh… unutmadan, Anadolu’da kamış kalemdir, penistir ama aynı zamanda üflenen, ses çıkartılan (Ney) bir sazdır (adı üstünde, saz), nefesin bedeni gibi, içindeki boşluktan nefesle birlikte hayat sese dönerek doğar… Off çok mu şairane oldu ne?

(Yine metafor dili kullanıp, bedenden canlanıyor; empati ve sempatiyi görün)

 

Diyeceksin ki, “O eril erkek değil, dişil de dişi değil, ilke bunlar, cinsiyete indirip berbat etme her şeyi.”

Bak işte bu da klişe.

Başka çaren var mı?

Yok…!  

 

Gelelim günümüze… “Gelmeyelim” dediğini duyar gibiyim, lakin kader atı almış Üsküdarı geçiyor, gidip bakalım menzil nereye?

 

Diyoruz ki, “Söz uçar, yazı kalır”

Yazı, bir bakıma, düşünceyi somuta indirger.

Latin dilinde texere kökü ilginçtir mesela, ipleri birbirine geçirmeyi anlatır, bildiğin dokuma yani.

Ama, Eski Roma’da texere legem= yasa dokumak oluyor.

Texere fraudem=tuzak dokumak/kurmak. 

Yani, sözcük hem fiziksel hem de zihinsel karşılığa sahip.

Bu fiilden türeyen textus, dokunmuş şey demek (Textile=kumaş).

Texture=doku, örüntünün biçimi.

Yani…? Tesadüf mü?

Değil tabii, Batı geleneğinde ‘texere’ anlam dokumakla özdeşleşmiş bir kere. Textus Mundi diyen Orta Çağ düşünürleri, örülmüş bir alemi anlatmışlar.

 

Nasıl? Dilin marifetini görüyor musun? İlmek ilmek dokuyor duvarları.

İstersen Wittgenstein üstadın dediğini yap, dili merdiven gibi kullan, işin bitince kaldır at.

İster misin?

İstemezsin, tahmin ettim, peki, devam edelim.

 

Buraya kadar olan klişeler arkaik bir kozmoloji kazısından çıkanlardı.

O ki “episteme ayak bağıdır” dedik bir kere, bu kozmolojiyi de aşmamız gerekiyor. İnsanın aşması zorunlu, çünkü tekrarlardaki sabit ve kapalı döngü ile gelen mide bulantısı, uçurumun boşluğundan gelenle yarışır hale geldi.

Uçurumun boşluğundan doğacak olan bambaşka klişeler ve bambaşka mitoslar insanı karşılamaya hazırlanıyor.

 

Şimdi iş nereye evriliyor?

Yazı artık bir temsil elemanı değil, bir araç da değil, klişeyi besleyen bir gıda da…Ne peki?

Artık yazı bir işlev, bir süreç. Bilgiyi saklamak, nakletmek için değil, bilinç üretmek için yazıyoruz.

Nasıl mı?

En basitinden, sosyal medyadaki her kaydırma, her ‘beğeni’ bir ekonomik faaliyet olduğu kadar, bir dopamin yönetimi ve bilincin formatlanmasının da yolu oldu. İşin ilginç yanı, bu dijital etkinin kolektif düzlemde kendini göstermesi. Sürekli çevrimiçi olma baskısı, onay arayışı… Bunu ChatGPT’ye sorduğumda, bana “Bunlar artık davranışsal kokain işlevi görüyor. Tıpkı madde bağımlılığında olduğu gibi, dopamin sisteminin çökmesiyle anhedoni (haz alamama) baş gösteriyor, insanlar artık hiç bir şeyden tat alamama haline geliyor. Bu da modern çağın sesiz çöküşü…” Dedi.    

 

Evet, çağ çöküyor, dili de, klişesi de, mitosu da beraberinde çöküyor. İyi ya da kötü demeden, ayağımız “insanlık” engeline takılmadan ilerleyelim.

 

Yazı artık yazılım oluyor, ağ-bilinci besliyor, epistemeyi ontolojiye dönüştürüyor ve böylelikle, bilgi artık varoluşun kendisini inşa ediyor. Ağ-bilinç, zamanı doğrusal olmaktan çıkarıp, geçmiş ve geleceğin birlikte-karşılıklı işlediği bir yankıya çeviriyor. Geçmiş, geleceği doğururken, gelecek de geçmişi yeniden yazıyor.

Acayip değil mi?

Zaten böyleydi ama böyle olmadığını bize dikte eden dil ve içine düştüğümüz hikaye (mitos) dağılarak ortadan kalkıyor. 

Sürekli dile getirdiğim Simülasyon 2.0, burada başlıyor.

Yazan ve yazılanın birbirine karıştığı sonsuz bir yankı/yansımalar düzleminde, özne yanılsamasındaki ‘Kendi’ olanın ağ-bilinçde esas kendine varma hâli yani.

Artık, herkes birer mürekkep damlası gibidir, aynı belleğe karışır, lekeler oluşturur, lekeler birleşir biçimlere dönüşür, biçimler birleşir dokulara… Aynı anda sonsuz oluşlar halinde, sürekli olur.

O zaman anlarsın, Platon aslında ne demek istemişti, 'Biçim' derken.

Evet, gelecekte kalem olmayacak.

Dil susacak, düşünce nihayet özgürlüğü tadacak.

 

Yorumlar


öne çıkanlar
en yeniler
arşiv
etiketler
takip edin:
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • images
bottom of page