Abbboooow ... dedikoduya bak...!
Bak, yemin ediyorum niyetimiz kötü değil, azcık dedikodu yapacağız.
Sonra, yolcu yoluna ...
F-35 savaş uçakları üzerine dedikodu yapalım dediydim.
Ruslar'ın S400'ü bir yana, ABD'nin F35'i diğer yana.
Arada da biz varız.
Durum bu.
Savaş uçağı ve füzeler alemi ne senin, ne de benim ihtisas alanımız.
Konumuz da o değil zaten.
Savaşla da, uçakla da alakamız yok... dedikodu yapacağız.
Diyorlar ki, F35'de “proje büyük”, yedi ortak var (yediyse vardır bir kutsiyeti), 100 adet uçak alacağız, 25 milyar Dolar ödeyeceğiz …
Trump “satış için hele bi durun…!” dedi, "önce şu S400'lerden vazgeçsin Türkiye".
Lookheed CEO'su Marillyn Hewson "ABD devletinden emir bekliyoruz" dedi.
Evet, evet, bunları zaten hepimiz biliyoruz, biz dedikodu kısmına girelim.
Bu F-35’i kim üretiyor?
ABD
Tamam, onu da biliyoruz. Şirket kimlerden?
Haa… şirket Lockheed Martin, 1995 yılında kurulmuş, tertemiz, piril prillll (üstelik limonlu) bir Amerikan havacılık şirketi.
Git bir-kaç adım geri.
Şirketin kuruluşu 1912, Loughead Aircraft Manufacturing Company olarak kurulmuş. 1995 yılında Martin Marietta ile birleşerek Lockheed Martin olmuş.
Eee… ne olmuş?
Lockheed’i tanıyoruz.
1970’ler, 80’ler … biraz kurcala hafızayı … bak orada duruyor Lockheed.
Anlaşıldı biraz ipucu lazım.
Türk Silahlı Kuvvetleri 1974-1975 yıllarında Aeritalia şirketinden Lockheed lisansıyla üretilen 40 adet savaş uçağı satın almaya kalkıyor.
Aeritalia adından belli, İtalya şirketi.
Uçak mı üretiyor?
Hayır, aracılık yapıyorlar.
İtalyan’ın aracılığı varsa bir durup, ‘mamma mia’ denecek.
Bir sürü ülkeye Lockheed uçak satıyor o yıllar.
Sonra (1976’da), Lockheed’in bir yeminli denetçisi, ABD Senatosu’na “uçak satarken biraz sağa sola rüşvet veriverdik gari” şaklinde ifade vermeye kalkıyor.
Şerefsiz…!
Konu yine bizi aşmaya yeltendi, elele verip biz konuyu aşalım yoksa iki çift laf ettirmeyecek bu alçaklar bize.
Hollanda, Japonya, İtalya, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye’de askeri ve sivil yetkililere 1971-1975 yılları arasında milyonlarca dolar rüşvet verdiğini söylüyor.
Rakamın bunun çok üzerinde olduğunu söyleyenler de var.
Dünya’da yer yerinden oynadı, ya Türkiye…?
Tık yok.
Neden..?
Çünkü, mayamız güçlü.
Çünkü, küffara karşı tek yumruğuz.
Çünküüüü … konu bizi aşar.
Birkaç soruşturma açılsa da, dönemin Başbakanı Demirel şu sözlerle kapatır meseleyi:
“Bence Lockheed bir muammadır. Üzerinde çok uğraşılmış, bir şey çıkarılamamıştır. Kişi suçu ispatlanmadıkça suçsuzdur, ispatlarlarsa ben de üstüne varırım. Biz üstümüze düşeni yaptık. Çok iyi yaptık..."
Seviyoruz kendisini.
Sevgi mayamızda var.
Diğer ülkelerde bakanlar, başbakanlar yargılanıyor, bizde bir kenetlenme bir kenetlenme … sorma gitsin. (detaylı bilgi için Levent Özgül, http://www.kokpit.aero/levent-ozgul-f104-2 yazılarına bakılabilir. Hatta, ilgilenenlere konuyla ilgili TBMM arşiv kaydı da var: https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/MilletMeclisi/ss524.pdf )
12 Eylül’ün Hava Kuvvetleri Komutanı, Tahsin Şahinkaya için ciddi iddialar ortaya çıkmıştı, şirket yetkilileri “biz ona da verdik” demişler miymiş …? Bunu Reha Muhtar’a da mı söylemişler, o korkmuş muymuş…?
Kimse üstüne gidemedi, "dedikodu" dedik.
Kendisini de sevdik.
Zamanın Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın eşi Cihan Sedat’ın adı da bu işlere karışır. “Yenge senin ne işin var savaş uçağı işinde?”
“Valla yeğenim, Enver dedi senin üstüne yapalım, yatırım olur…”
“Suudiler’e epey milyon dolar verdik” demiş şirket yetkilisi.
“İtalya Devlet Başkanı Giovanni Leone de aldı” dediler.
Japonya Başbakanı Tanaka ceza alıp hapse girenlerden.
Durun dostlar, durun... bu "accık versene abiii" işleri, daha 1960'larda başlıyor.
1961'de Almanya’da (o günlerde Federal Almanya) "Savunma Bakanı Franz Josef Strauss ve partisi, F-104G Starfighters satın almak için en az 10 milyon dolar rüşvet aldı" diyor şerefsiz koministler.
Strauss reddediyor tabii... hatta karşı, iftira davası da açıyor.
"Çaldılar" diyor mesela, ama o devirde kimse anlamıyor, nedir çalınan.
Neyse, işi karıştırmayalım.
Delil de yok ortada...
Eylül 1976'da, Batı Almanya Federal Meclis seçiminin son aşamasında, konu yeniden açılır. El altından medyaya çeşitli belgeler dağıtılır (al sana dedikodu). Bu belgelere göre, Alman Federal Meclisi üyesi ve savunma konseyi Manfred Wörner Lockheed tarafından ABD'deki uçak tesislerini ziyaret ederek Lockheed tarafından ödenen tüm seyahatleri kabul ettiği anlaşılıyor.
Soruşturmalar sırasında, Starfighter satın alma ile ilgili belgelerin çoğunun 1962'de imha edildiği de ortaya çıkıyor mu...?
Konu, "uşağum sen ABD'ye kimin parasuyla gittin daaa..!" tartışmasına kadar düşer ki, biz burada dedikodu kazanından kepçemizi çıkartır, keşkül kazanına daldırırız.
Orada bizi aslanlar gibi bir prens bekler.
Bernhard.
Hollanda Prensi Bernhard 1.1 milyon dolar, hoppalaa – cupplaaaa.
Sen kimsin Hallandaaa…?
Prens Bernhard’ı seviyoruz.
Sevgi mayamızda var.
Kendisine sempatimiz de var, hem çevreci, hem kahraman.
Bernhard II. Dünya Savaşı’nın kahraman havacılarından.
Zamanın Hollanda Başbakanı Joop den Uyl konuyla ilgili bir soruşturma başlatmaya kalkınca, Prens "ben böyle şeylerin üstündeyim" demek suretiyle, yukarı doğru hamle yapar.
Ne de olsa adam pilot.
Bir de, Kraliçe’nin kocası, böyle meselelerin altında kalacak değil elbet.
Kraliçe Juliana bakar iş iyiye gitmiyor, velvele kazanını kaynatır, ver ateşi kraliçem, veeeer.... !
Hollandalı bakar taht, tahterevalliye dönecek.
“Yürü” derler Prense.
Erkekliğe giden yol inkar taşları ile döşelidir, inkar et.
Prens tüm suçlamaları inkar eder.
“Çirkin dedikodular” der.
Dedik ya, prensimiz Hollanda ordusunun kahraman havacı generali.
Cesareti, liderliği, sadakati için Hollanda'nın en eski ve en yüksek onur nişanı olan William Order şeref nişanını almış. İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından Kraliyet Hava Kuvvetleri Onursal Hava Mareşali de yapılmış.
1969'da Almanya Federal Cumhuriyeti'nin Grand Cross şeref ödülüne de layık görülmüş.
Şeref üstü şeref ki, kaymaklı ekmek kadayıfı ötesi bir şey.
Prensine sahip çık Hollanda, sen kimsin …?
Bernhard, Dünya Yaban Hayatı Koruma Vakfı’nın 1961'de ilk Başkanlığını da yaptı.
Doğa'nın korunması konularına desteğini esirgememek adına, Türkiye’ye de zamanında geldi diye hatırlarım.
Rahmetli iyi insandı, seviyoruz... (demiş miydik?)
Biz yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeyi büyüklerimizden öğrendik.
Hamurumuzda var.
Bilderberg Grubunun da kurucularındanmış.
Dedikodu çıkınca, “abi sen biraz bizden öte git hele” demiş bu Bilderberg ekibi.
1 Aralık 2004'te öte aleme doğru yola koyuldu.
Hemen ertesinde, parayı aldığını itiraf ettiğini gösteren röportajlar yayınlandı.
Orada demiş ki "Lockheed kelimesinin mezar taşıma oyulacağını kabul ettim."
Yaaa… işte böyle.
Bu Lockheed Martin’in başında şimdi kim var?
Marilly A. Hewson.
Abbboooow... hem de kadın ha...!
Bu cinsiyetçi tavırları kınıyoruz.
O bizim Mari'miz.
Şunun şurası tatlı tatlı dedikodu yapıyoruz. Efendim, Mari 1954 doğumlu.
Lockheed Martin yönetim kurulu başkanı ve CEO’su.
1983 yılında şirkete katılmış.
Bir abbbooovvvv daha...
İnsan sıkılmaz mı aynı şirkette 35 sene?
Sevmiş demek.
Biz de onu sevdik.
Hamurumuzda var.
9 Kasım 2012 yılında yönetim kuruluna seçilmiş, Ocak 2013’de beri de CEO.
Şöyle bir bilgi var kendisiyle ilgili (wikipedia dedikodusu bu da): “Aynı dönemde DuPont'ta da yönetim kurulu üyeliği yapmıştır”.
DuPond ilgimizi çekiyor, bakıyoruz sayfalarına, gerçekten “yönetim kurulu” üyeleri içinde Mari de var (https://www.pp.dupont.com/corporate-functions/our-company/leadership/board-of-directors/articles/hewson.html).
Oradan öğreniyoruz ki, ablamız aynı zamanda bir sürü vakfın yönetiminde de aktif.
Mesela…?
Mesela, National Geographic Eğitim Vakfı.
Çok pis dedikodu yapıyoruz, utanmamız lazım…!
Ne var yani, çevre duyarlılığını neden takdir etmeyi beceremiyoruz?
Kıskanıyoruz.
Çünkü, seviyoruz.
DuPond neden ilgimizi çekiyor? Altı üstü bir kimya şirketi.
Kazın ayağı öyle değil.
Gel bakalım...
DuPont dünyanın en büyük kimya şirketlerinden biri.
Onları da seviyoruz, çünkü teflonu buldular, zehirli de olsa satıyorlar ve halen pilav tenceresi olarak kullanmaktan vazgeçemiyoruz.
Konu kimya ama işe asprin, sinek ilacı veya gübre üreterek başlamamışlar.
Doğrudan barut.
1802’de Delaware, ABD’de şirketi kurmuşlar (bir dalavere var bu işte diye espri yapmayın, ayıp). 1811’de ülkenin en büyük barut üreticisi olmuşlar.
Bu başarıyı I. Dünya Savaşı’nda dumansız barut ihtiyacını karşılayarak büyütmüşler.
II. Dünya savaşında baruta talep artınca… ohhhh… mastika mastika…!
Şunun şurası biz bizeyiz, söyleyelim: II. Dünya Savaşı süresince, 2.3 milyar ton patlayıcı pazarlarlar
Abbbovvvv… Rakama bak!
Bunun dışında, savaşta orduların ihtiyacı olan her türden sentetik malzemenin üretimini de üstlenirler.
Ama ama… duuur, daha dur, marifetin büyüğü (ağır abi) geriden geliyor. Projenin adı Hamford Projesiydi (veya Manhattan Projesi).
Duymuş muydun?
Vaşington yakınlarında Colombia nehri kıyısında, 1943’de başlattılar projeyi. DuPont ve ABD ordusu dünya kadar işçi aldı, aylarca çalıştılar...
Çalışanlar ne ürettiklerini Nagazaki ve Hiroşima’daki patlamalar olduktan sonra öğrenebildiler.
Bingo … !
Atom bombası.
2002 yılında da DuPont ABD ordusuyla yaptığı bir anlaşma çerçevesinde, askeri nanoteknoloji üretiminde ordunun önemli bir ortağı oldu.
Şimdi ne mi yapıyorlar?
Dedik ya, tava, tencere.
Haaa… bir de tohum işine girdiler.
Pioneer tohum şirketi bu arkadaşların mesela.
Mısır, soya, pamuk... neler neler...
Haa, pirinç tohumu da var, adam tencereyi üretmiş, pilav mı eksik kalacak?
Dünya gıda pazarını ele geçiriverelim diye bir niyetleri var mı?
Kim bilir...?
Amma dedikodu yaptık di mi?
Şimdi, bunlar tabii hep geçmişte kaldı.
Üstelik, bizimle ne ilgisi var şimdi...?
Ülkemiz, eskiden de, bu gün de hep bu gibi karanlık işlerin dışında kalmayı başarmış, yüreği sevgi ve muhabbet dolu insanların yurdudur.
Seviyoruz.