top of page

Fotoğrafçı doğayı çekerken, doğa da fotoğrafçıdan çeker oldu.


Sanıyoruz ki doğaya çıkıp fotoğraf çekmek suretiyle, doğa için fayda üretiyoruz.

Keza, araştırma yaparak da bu faydanın üretildiği algısına sahibiz.

“Doğa fotoğrafçısı doğayı korur, belgeler, tanıtır, sevdirir …”

Di mi ama…!

Sanıyoruz ki, kuş fotoğrafçısından kuşlar alemi pek bir hoşnuttur…!

Kuşları ve yaşam alanlarını tanıtır, korur, sever-sevdirir…

Kazın ayağı pek de öyle değil ama.

Bakalım mı, nasılmış…?

Birincisi, (ki sorunun temel kaynağı da budur) insan varoluş macerasını doğa üzerinden tatmin olma gibi bir anlamla taçlandırdıysa, doğa baştan ayvayı yemiş durumdadır.

Ünlü hikayedir, Napolyon savaşı kaybeden komutana sormuş “neden kaybettiniz?

“Üç sebebi vardı” demiş komutan.

“Say ulan densiz” demiş bizimki.

“Bir, barut bitti…”

“Tamam, gerisini sayma”.

Durum budur, ama biz yine de devam edelim saymaya.

1992 yılıydı.

İngiltere’de Kraliyet Kuşları Koruma Cemiyeti’nin (RSPB) bir koruma alanında gönüllü olarak çalışıyordum.

Bir gün alan birdenbire ziyaretçi akınına uğradı.

Şaşkınlıkla bakıyorum… eline dürbünü, fotoğraf makinasını alan geliyor.

“Ne oldu…?” dedim alan yöneticisine.

“Duymadın mı, dartford webler göründü”.

Dediği bir kuş, Funda Ötleğeni Türkçesi.

Minicik... Ben diyeyim 10 gram, sen de 9.

Dışarıda da sırılsıklam bir yağmur ki, öyle böyle değil.

Mübarek su, başaşağı dökülüyor …

Alanın yöneticisi seslendi “gel kaçırma bu fırsatı”.

Sanıyor ki, ben yeni bir tür görmek için yüreği pır pır atanlar sülalesindenim.

Utanma belasına çıktım dışarı.

Yağmuuuurrr….! Bu suyun girmeyeceği yer olmaz.

Meğer bu kuş İngiltere’de epey azmış.

Yıllar öncesinde neredeyse bitmiş, sonra yine görünmeye başlamış.

Yurtta bir sevinç hali, haliyle.

Trenler, otobüsler kuş gözlemcisi ve fotoğrafçı taşıdı alana.

Kuşun son göründüğü bölgede toplanan kuşçular, geniş bir çember oluşturdu.

Yağmur ensemden bir dere oluşturmak suretiyle, sırtımdan ilerleyerek safra kesesini doldururken, millet sabırla bekliyordu.

Bu yağmurda kuş çıkar mı…?

9 gramlık bedene sığışmış 3 miligram beyin bile anlar ki, “çıkmamalı”.

Ama kuşçular da az değil, ille görecekler, görüp ‘tespit’ edecek, tatmin olacak, açlıklarını bastıracaklar.

Baktılar kuş çıkmıyor, birileri çantadan kaset çalar çıkarttı o yağmurda. Kuşun kur sesini banttan çalmaya başladılar.

Ola ki erkektir, kız var diye çıkar dışarı.

Çıktı bu salak ta … erkekmiş demek.

O kalabalık güruh, hurrraaaaa… kuşun peşine

Kuş Britanya adasına indiğine bin pişman...sığındı bir çalılığın içine.

Şu yaşanan olay bir şey anlatıyor mu bize?

Bir türü görmüş olmanın verdiği haz ve tatmin olma duygusu, görülmüş olanın (kuşun yani) çekeceği acının ötesine geçiyor.

Görme biçiminin, görünme biçimine dönüşme anı biraz da bu.

İzleyerek, gözleyerek, tespit ederek değer üretiyoruz.

Ya yan ürün olarak ortaya çıkan zulüm?

Fotoğrafçının zulmü ayrı, araştırmacının ayrı, doğa aşığı ziyaretçinin ayrı…

Hatta, korumacının zulmü apayrı.

Senin oradaki varlığın bir kere başlıbaşına bir zulüm, daha ne olsun?

Bir de kalkmış üstüne üstüne gidiyoruz, “ama ben onu yaşatmak için yapıyorum”.

Kimi…?

Onu mu, kendini mi?

Chris Palmer'ı tanır mısın?

Belgeselci, iki de kitabı var, birinin adı “yaban hayatı programlarındaki sahtekarlıklar”.

Estağfurullah…

Özetle diyor ki, “elinde satacak bir malzeme olmalı, evde çoluk çocuk ekmek bekliyor, elin boş dönecek halin yok. Çıkmışsın araziye, son 24 saatin kalmış, zaten şirket “git iki günde çek gel” demiş, bütçe de tükenmiş … bu baskı altında belgeselci başkalarının duymasını istemediği bir sürü yönteme başvuruyor… üçkağıtlar dizi dizi…”

Chris anlat bize, nedir durum?

“En bilineni, ünlü White Wilderness filmidir. Bu olay bir efsanedir”

Yıl 1958.

Disney şirketi yapımcılığı üstlenir, ekip kutuplara gidip, yaban hayatı çekecektir, hem de renkli.

Belgesel binbir güçlükle hazırlanır, izleyicinin de dudağı uçuklar… o kutup ayıları nedir öyle…?

Yıllar geçer, 1982 yılında Gazeteci Bob McKeown işin içyüzünü keşfeder. Yapımcılar filmin büyük bölümünü Kutup yerine Calgary'de bir stüdyoda çekmişlerdir.

Tamam bu sahtekarlık.

Ama bak, stüdyoda yavru bir kutup ayısının buzun üzerinde kaydığı bir sahneyi çekmek için yavruyu yukarı çıkarıp ite kaka aşağı atma…sonra bir daha, bir daha...

Bu başka bir şey.

Diyeceksin, o eskidendi şimdi olmaz.

Sen öyle san.

Yönetmen ve şirket film sayesinde statü kazandı mı?

Kazandı.

Para...?

Kazandı.

Tatmin...?

Kazandı.

Ya ayı yavrusu?

Çevre aktivisti ve yazar Bill McKibben yıllar önce söylemişti, “artık dünyada gereğinden çok yaban hayatı fotoğrafçısı oldu ve bunlar canlıların yaşam alanlarını istila etmeye başladılar… Gerekenden çok fazla görsel malzeme üretiliyor ama neden ve ne pahasına? Örneğin çığırtkan turnalar, zaten sayıları epey azalmış ender canlılar, dünyadaki sayılarından onlarca kat fazla onlarla ilgili film ve fotoğraf çekildi, bunun arka planında hayvanlara yaşatılan sıkıntıyı biliyor muyuz… ?”.

Bill bir durumun daha altını çiziyor ki, önemli: “Yaban hayatı fotoğrafçılarının idealize ettiği doğal yaşam imgesi insanların gözünde bir doğa tasavvuru canlandırıyor ki, bu bazen izleyeni doğanın gerçeğinden uzak tutabiliyor.”

Yaban hayatını gözlemek, ‘tespit’ etmek ve paylaşmak bizden uzak olan bir dünyadan haberdar olduğumuzun, daha da ötesi o dünyaya bir biçimde sahip olduğumuzun ilanı gibi bir şey aslında.

Yabanıl hayat yok oldukça (bizden uzaklaştıkça) ona olan ilgimiz farklı boyutta da olsa artıyor.

Sizce bu “farklı boyut” nasıl bir şey?

Bir kere, onun içinde ve onun parçası olmayı istemiyoruz.

Bu net…!

Onu bir “değer” olarak görüyor olmakla birlikte, onun gündelik hayatın değerleri arasında da görmüyoruz.

Pozisyon itibarıyla kendimizi onun üstünde ve ona hükmeden bir yerde görüyoruz (doğa aşığı da, korumacısı da aslında bu konumda, tek farkı inkar mekanizmasının içe-dışa yansıttığı farklı ve güçlü bir algıdır).

Yaban hayatında gördüğümüz bir fil ile müzede görebileceğimiz elmas işlemeli taht arasında fark yoktur aslında. İkisi de bizde benzer duyguları uyandıran nesnelerdir.

Nesnelerin üzerimizdeki etkileri süreçseldir.

Bizi dönüştürürler.

Dönüşülen ne bir kuştur, ne bir fil, ne de bir taht. Onların bireye ilettikleri bilgilerin güncelle harmanlanmasından üreyen bir nesnedir sonuçta ortaya çıkan.

Bu süreci içsel olarak biliyoruz, istiyoruz ve biz kurguluyoruz.

Dolayısıyla, doğadaki evinde mutlu mesut yaşayan hayvanı tespit edip onun bize sunduğu görünme biçimine bürünmek suretiyle mutlu oluyoruz.

Safariler, balina gözlemleri, deniz altı keşifleri, eko-turizm gezileri…bilimsel araştırmalar… Daha görkemli, daha ender, daha yok olma çizgisindeki doğayı tespit etme, aynı zamanda da onunla birlikte tespit edilme arzusu değil mi…?

Tampa Körfezi ABD’de su kuşlarına ev sahipliği yapan en geniş sulakalanlardan biri. Küresel ölçekte değerli pek çok su kuşu üreme alanı olarak burayı kullanıyor.

ABD’nin önemli doğa koruma örgütü Audobon bu alanın korunması için neredeyse 80 yıldır çalışıyor.

“Bu gün tehdit çok değişik yerden geliyor” diyor uzmanlar.

Kuş fotoğrafçılarından.

Bazı tur rehberleri doğa fotoğrafçılarını alıp bölgeye getiriyorlar, kuşların üredikleri adalara yaklaşarak su kuşu kolonilerinin geleceğini tehdit ediyorlar.

Çünkü fotoğrafçı kuşa daha çok yaklaşmak istiyor, yavrusunu beslerken çekmek istiyor, kavga ederken çekmek istiyor, kur yaparken çekmek istiyor…. İstiyor Allah istiyor.

Florida’nın ender türlerinden olan Amerikan İstiridyecisi (bir kuş türü) fotoğrafçı tehditlerinden en çok nasiplenen garibanların başında geliyor. Fotoğrafçılar sağda solda dolaştıkça panik olup, yuvadan ayrılan istirideycinin ardında bıraktığı yumurta kumun ve tepedeki güneşin sıcaklığı ile tez elden pişiveriyor.

İyi mi…?

Değil tabii…!

Tut ki, o kadar uzun sürmedi tehdit, bu defa da çevredeki kargalar yumurtayı çalmak için harekete geçiyorlar.

Doğadaki olan biteni tespit etme arzusu (belgeselciler, amatör fotoğrafçılar ve dahi araştırmacılar) doğaya dönük bir tehdit unsuru olmaya başladı. Bu iş birincisi bir geçim kaynağı oldu, ikincisi ve daha da önemlisi bir benlik tatmin etme aracına dönüştü.

Bir de statü konusu var ki, yukarıdaki ikisini de kapsıyor.

Diyeceksin, bu konu nereden çıktı?

Kızılırmak Deltası’nı biliyorsunuz… Memleketin en nadide ve zengin sulakalanlarından biri.

Geçenlerde Delta doğal alanı korunsun diye alanın en hassas yerindeki (zamanında bir akla hizmet yapılmış olan) beton karayolu ziyaretçi trafiğine ‘sınırlı’ kapatıldı.

Zira, hafta sonları günde binin üzerinde araç bu yoldan geçip, alanı ziyaretçi (!) akınıyla başbaşa bırakıyordu.

10 kilometrelik yol, bir yanı kıyıkumulları ve deniz, bir yanı sazlıklar ve göller arasından geçen yüzlerce araba…

Geçip gitseler neyse.

Bir bölümü sağda solda bulduğu boşluğa aracı çekip ateş yakıyor, müziği de açıp piknik yapıyor, bazı kahramanlar arabalarını kumul ekosistemi üstüne sürüp offroad denemelerine soyunuyor, bir bölümü sazlıklara dalıp “kuşa bak, kuşa bak” diye kuş kaçırma derdinde… hiç birşey yapmadan, sakin sakin gitseler bile, hassas alanın kalbinde ciddi bir trafik.

Yol araç trafiğine kapatıldı, “yaya gezmek isteyen buyursun, isteyene kiralık bisiklet de var, isteyen için saat başı gidip gelen üstü açık otobüs de var” dendi.

Halk ayaklandı.

Bizi bu istila arzusundan nasıl mahrum edersin?

En esaslı itiraz da “doğa” fotoğrafçılarından geldi.

Anlamlı değil mi..?

“Onları biz koruyoruz…!”

Bu da bir tür inanç, diyecek pek bir şey yok.

Kuş fotoğrafçısı “ben arabamla girivereyim” diyor.

Hele içlerinden adalet dağıtma görevini üstlenmiş kişilerden oluşan bir "adil" grup var ki, valiliğe 10 kişilik "özel - imtiyaz" listesi sundular, "bize izin ver, gerisin boş ver".

Yukarıda açıklanan tatmin olma halinin zirve yapmış örneği.

Fotoğrafçı istiyor ki en etkileyici kuş fotoğrafını çekip, tatmin olsun.

En iyi kuş fotoğrafı dediğin de, kuşun en bol olduğu yerde (ki orası en iyi beslenip, en iyi yuva yaptığı alan) en uygun zamanda (sabah erken beslenme saati) çekiliyor.

Bu alanlarda, kuşun burnunun dibine kadar arabasıyla girip, fotoğraf çekecek.

Koskoca Delta, başka yere gitsen olmaz mı?

Olmaz...!

Neden olmaz...?

Çünkü orada arabam için beton yol var, diğer alanların yolu bozuk.

Eee... başka...?

Başka, başka... mesela bilimsel araştırma yapan uzmanlar giriyor araçlarıyla, alanın koruma görevlileri de giriyor, ziyaretçi dolaştıran ring yapan otobüsler de giriyor, biz de girsek ne olur...?

Ama onlar, kuşun beslenme ve dinlenme alanında, burunlarının dibine kadar yaklaşıp, onları tehdit etmiyorlar. Kaldı ki, otobüs de bence doğru bir karar değil orada, umarım zaman içinde kaldırılır.

Ama “Dünya'nın tüm koruma alanlarına arabayla girildiği halde buraya neden girilmiyor?” da diyorlar.

İngiltere’de Kraliyet Kuşları Koruma Cemiyeti’nin (RSPB) 180’den fazla doğal alan işletip yönetir. Girişte araç park yeri, kafeterya ve alışveriş mağazası vardır, arabanı park edersin, yürüyerek sadece sana izin verilen güzergahta gider, gezer, gelirsin.

WWF'in Avrupa'da bir sürü reserv alanı vardır, hiçbirine böyle giriş yoktur.

ABD'deki milli parklarda da, alanın hassas bölgesine özel izinler dışında giriş olmaz.

Bizimkiler her şeyi bildikleri gibi, bunu da biliyorlar tabii…

Neymiş? “Dünyanın tüm alanlarında serbest…”.

Sivil dayanışma örneği sergilendi bu konuda.

Dilekçeler, kampanyalar, lobi …

“İstiyoruzzzz...”.

Bu bir istek değil, bir ‘arzu’; arzulanan da doğanın kendisi, bizatihi kendisini istiyor.

Sevgili Tansu Gürpınar’ın bir sözü ile lafa "dur" diyelim: “Amerika’da doğa fotoğrafçılığının ilk etik kuralı: Şayet fotoğrafçı daldaki kuşu varlığı ile tedirgin edip uçmasına neden oluyorsa o gerçek doğa fotoğrafçısı sayılmaz”.


öne çıkanlar
en yeniler
arşiv
etiketler
Henüz etiket yok.
takip edin:
  • Facebook Basic Square
  • Twitter Basic Square
  • images
bottom of page